Sırların Sırrı

Sırların Sırrı

Bir bardak çay, dışarıdan gelen rüzgar seslerinin ney seslerine karıştığı sıcacık bir mekan… Geçmişin tanıkları hatıra defterleri odanın her bir yanına dağılmış fakat zihin olabildiğine toparlanmış bir ikindi vaktinden selam olsun. Açık seçik tanımlamalarıma alışkın değilsiniz biliyorum ben de değilim. Kelimelerin ardına saklamaya çalıştığımız duygularımızın ve sanki haberdar değilmişiz gibi kendimizi anlatmak için bir oyuncu gibi kullandığımız hikaye karakterlerimizin aşkına… Düello vakti şimdi, kandırmaya çabaladığımız kendimizle ve hatta aynada bize bakan bir çift göz ile. İşte tam da bu yüzden yalnızlık iyidir. Geçen sene bununla alakalı düşünürken şu cümleleri sarf etmişim: ‘’ Arkamdan atlı kovalarcasına yaşıyorum bu hayatı. Bir taraftan huzuru ararken öbür yandan deliliğin vehmine kapılmış gidiyorum. Bazen ben de yaptıklarımı neden yaptığımı bilmiyorum. Sadece hislerimi pusulam tutmuş karanlık ormanlara bodoslama giriyorum. Karanlıkla ve yalnızlığımla gurur duyuyorum hadsizce. Çünkü yalnızlık, kendine dürüst olmayı zorunlu kılıyor. Sahte davranacağın veya yalan söyleyeceğin kimsen kalmıyor. Kendine de söyleyebilecek kadar yetenekli veya inanacak kadar ahmak değilsen dürüst ve açık sözlü olmaktan başka çıkar yolun kalmıyor…’’ Yaşımın verdiği toylukla ağır sözler sarf etmişim. Peki durum böyle iken edebi hayatta gerçekten açık ve dürüst mü olmak gerek? Açıkçası ben edebi yazıları böyle görmüyorum. Sırların olduğu -hatta yazarının bile bazen bilmediği sırların- ve herkese açılmaması gereken; üzerinde çabalanması, düşünülmesi gereken derinliklerin olduğu yazılar ilgimi çekiyor. Edebi olması bana göre bundan ileri geliyor. Geçen bir buluşmamızda üstad Sezai Karakoç’un diriliş neslinin amentüsü kitabını konuşuyorduk. İncecik bir kitapta nasıl kelimeler, cümleler, manalar bu kadar derin olur diye hayret etmekten kendimizi alamadık. Ben bu kitabı elime ilk aldığımda henüz lise 3. Sınıftaydım. O zamanlar ruhumda ve yaşamımda yeni bir dirilişi niyet ettiğim zamanlardandı. Bu kısacık kitapta derin manaların yer aldığını tahmin ederek cümleleri ilk okuduğumda çıkardığım manaları hemen kenarına yazmak istedim. Yıllar sonrasında tekrar tekrar okuduğumda hem o esnadaki fikirlerimi tartmış oldum hem de yeni manalar çıkardığımı farkettim. İşte mana adamları böyle derinlikli böyle gizemli… Beni bu konuda hayrete düşüren bir başka mana insanı da Zarifoğlu’dur. Onun bu hali etrafınca ‘Buz Dağının Şairi’ olarak anılmasına sebep olmuştur. O, şiirlerini buzlara ve hatta buz dağının görünmeyen kısmına yazar. Bu yüzden onun şiirleri anlaşılmazdır, anladığını sananlar da asla emin olamayacaktır. Bu yüzden şiir, bana göre gizlemek istediğimiz ama dile getirmekten de kendimizi alamadığımız düşünceleri saklamak için kullanılan gizemli bir dildir. Uzun zamandır hiç şiir yazmadım belki de yazamadım veyahut yazdırılmadı. Bakalım o sırlı dil bana da kendini açacak mı? O kadar konuştuk madem fakültenin 2. Yılında bana şiir yazdıran anatomi aşkına sizi bir dörtlükle baş başa bırakıyorum:

Ne zor imiş tabiplik hakkı

Gece gündüz çalışmanın kölesiyim

Üst üste gelen anatomi beynimi yaktı

Ahh ki doymaz nefsimin kölesiyim

🙂 Huzurla Kalınız…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir